Wednesday, November 9, 2011

Kendinizi Tanıtır mısınız?


Sevgili Okuyucu,
Geçenlerde yazmıştım. Yine yazayım. Ben bir yoga hocasıyım. Yılımın yarısını Portland diye bir şehirde geçiriyorum. ABD'nin Kuzey Batısında, yağmurlu, bol ağaçlı bir memleket. Şimdi olduğu gibi mevsim dönerken renkler öyle bir çıldırıyor ki sağıma soluma bakınırken ağzım açık kalıyor. Dünya bu kadar mı güzel olabilir?

Foto: Ayşe Kaya
İsmim Defne. Annemle babam uluslararası bir isim olsun demişler. İçinde Türkçe karakterler bulunmasın. Kızımız seyahat ederken zorlanmasın. Gel de takdir etme şimdi bu ileri görüşlü kadın ve erkeği. Kocamın dilinde ismin Dafni diye telaffuz ediliyor. Portland'da Daphne oluyorum. Israil'de Dafna olacakmışım ama gitmedim, duymadım.
Yoga hocası olmazdan önce bir sosyolog idim. Daha doğrusu sosyolog olmaya hazırlanıyordum. Doktora yapmadan sosyolog olunmuyor diye biliyordum. Yine de pasaportumun meslek hanesine sosyolog yazdırdım. Memur beyi sinirlendirmek pahasına. ''Ne okudun yani?'' diye sordu sabırsızca. Sosyoloji dedim. Başını iki yana salladı. Ben bu hareketi tam olarak neye yoracağımı bilemedim.
Annem de sosyoloji okumamı istememişti. En başta yani. Şimdi geri dönsem koca bir koçu kurban edip Yeşil apartman ahalisine dağıtır. Öyle ister yani yeniden sosyolog olmamı. Pasaportumdaki meslek hanesini onu kesmiyor. Ama işte en başta, 1991 yazında, üniversite sınavı sonuçları açıklanıp da benim Boğaziçi Üniversitesi Sosyolji bölümünü kazandığım ortaya çıkınca annemin Yasemin'e şöyle dediğini duymuştum (benden gizli) : Yaseminciğim sen ikna et de psikolojiye geçsin. Ne yapacak sosyolojiyi bitirdikten sonra?
Yoga hocası olacakmış. Annemin gözünde bu meslek beden eğitimi öğretmenliği gibi bir şey sanırım. Ya da ne başta öyleydi. Şimdi, sekiz yıl sonra ufku genişledi. Ailede bir insanın yogaya başlaması her ferdi etkilermiş. Beden eğitimi öğretmeninden bir kademe daha kaliteli bir iş yaptığımı düşünüyor zannedersem. Ama bir sosyoloğun yükselebileceği kalitenin yakınından geçmiyorum. Tuhaftır çünkü en başta sosyolojinin beni bir yere götürmeyeceğinden emin olan yine kendisi idi. (bkz: yukarı paragrafta Yasemin'e söyledikleri)
Neyse, annem hakkında yazmak istemiyorum. Yoga hakkında da yazmak istemiyorum. Her iki konuda da ağzımı sıkı tutma kararı aldım. Annem hakkında konuşmama kararım ilişkimiz hakkında durmadan fikir üretmeye meyil eden zihnimi terbiye etmek için. Annemi benden bağımız bir insan, bir kadın olarak görme projesinin parçası. Yoga hakkında konuşmama kararım ise çok yeni. Sanki yoga söz ile ifade edilebilir, kitaptan okunabilir bir şeymiş gibi düşünülüyor ya, ben de bu düşünceye katkıda bulunmayayım dedim. Artık ortalık yerde yogadan bahsetmeyeceğim. Hem bana esrarlı bir hava katıyor.
Yogadan konuşmayan bir yoga hocasıyım.
Yakında İstanbul'a geliyorum. Çok yakında. Önümüzdeki hafta. Pılı pırtı toparlayıp, kapıyı bacayı kapama vakti. Geceleri biz yatınca bir hayvan dolaşıyor mutfağımızda. Kağıt-cam-plastik çöpümüze giriyor, eşeleniyor, bir alay kuru gürültü yapıyor. Ben kalkıp bakmaya korkuyorum. Nasıl bir hayvan ile karşılaşacağımı kestiremiyorum. Bey de yürüme özürlü, yataktan çıkıp tekerleklerine binmesi başlı başına bir proje. Bekliyor, dinliyoruz işte bu yüzden. Misafir tıkır tıkır işini bitirip geldiği gibi gidiyor. Sesler kesiliyor. Sabahın karanlığında ben uyanıp odadan çıktığımda, temkinli adımlarla mutfağa yürüyorum ama kendisine dair en ufak bir ize raslamıyorum. Çöpler dağılmamış, bok püsur pislik yok. Hiçbirşey kemirilmemiş. Yalnız dün boş bir tost ekmeği torbasının bulaşık makinesi ile duvar arasındaki 1 cm'lik açıklıktan içeri doğru çekilmiş olduğunu gördük. Açıklık öyle dar ki torba geçememiş, yarısı dışarıda kalmış. Misafir ise torbayı geçiremediği açıklıktan süzülmüş gitmiş.
Kapıyı, bacayı sıkı kapamalı, belki de sıvamalıyız. Döndüğümüzde misafiri ailesi ile kanepeye yerleşmiş görmek istemiyorsak. Bey başka çözümlerden de söz ediyor. Kapan kurmak filan gibi. Şimdilik kulak asmıyorum ama vakit daralıyor. İstanbul hızla yaklaşıyor.
İstanbul'da bütün bir yıl geçirmeyeli tam 10 yıl oldu. Bir ayağımı bir başka kıtaya attım. Ötekisi İstanbul'da kaldı. İlk ayağım adımını  Asya'dan Amerika'ya değiştirdiyse de İstanbul'a basan ikinci ayak olduğu yerde kaldı.
İstanbul'da taksi şoförleri hani sorarlar ya hep: Nerelisin abla? diye. Istanbul'lu diye gelince bir türlü ikna olmazlar. İlla ki babamın memleketini merak ederler. Ben de merak ederim babamın memleketini aslında. Öyle çok yer değiştirmiş ki ailesi babam büyürken bir memleket filan tesbit etmek mümkün değil. Bazen babamın ablası halalarıma sorarım biz nereden geldik diye. Bir başlarlar anlatmaya, soyumuz Bulgaristan'dan Kafkasya'ya uzanır, kafam karışır. Onlar da o dayının soyu, bu halanın  köyü hususunda anlaşamadıklarından konu kapanır. Ben dönüş yolunda taksiciye verecek bir cevap yine bulamam.
Taksiciler bir de mesleğimi sorarlar. Orada da biraz bocalarım. Pasaport memurunamesleği: sosyolog derkenki  rahatlığımdan eser kalmaz. Yoga hocası dersem sanki taksi şoförüne bir bedenim olduğunu hatırlatır ve onu elem fikirlere sürüklermişim gibi gelir. İstanbul'da tanımadığım erkeklerden korkarım genelde ve onlara bir bedenim olduğunu hatırlatacak şeyler yapmamaya gayret ederim. Beden değilsem zihin olmalıyım diye düşünürüm mesela. Beden kadın, zihin erkektir. Bizim aile kadınları kendileri farkında olmasalar bile bu ayrımı durmadan yeniden üretir ve kadınları aşağılarlar. Bir bedenleri olduğunu hatırlamak onlara ayıp ve aşağı bir şeymiş gibi gelir. Sürekli zihinlerine odaklanıp kendilerini entellektüellik seviyeleri ile tanımlarlar. Bizim ailenin kadınları erkek olmayı özlerler farkında olmadan.
Ben de özlerim erkek olmayı. Erkeklerin hormon iniş çıkışlarından nisbeten arınmış halleri hoşuma gidiyor.  Bir falcı bir defasında sende feminen ve maskülen enerjiler dengede duruyor, senden  iyi hoca olur, ama ana olmaz demişti. Bozulmamıştım. Ama bence benden çok iyi baba olur. Erkek olsam, ay hali, yumurtlama hali demeden hergün yoga yapabilir, belki de hocamın göz bebeği olurdum. Erme niyeti ile dağlara çıkmak erkeğe yakışır sanki. Bir de güzel kadınlarla sevişmek isterdim. Erkek olarak.
Neyse bir sonraki hayata inşallah.
Uzun lafın kısası taksici mesleğimi sorduğunda ben ''öğretmenim'' demeyi seçerim. Bazen matematik, bazen felsefe öğretmeni olurum. Bir lisede, bazen üniversitede. Sabahın kör karanlığında beni Cihangir Yoga'ya bırakan bizim durak taksisinin ihtiyar şoförüne sabahın 6sından kimlerin felsefe öğrenmek için bir dershaneye geldiklerini açıklamam biraz zor oluyor yalnız. Neyse ki artık bir yayınlanmış bir kitabım var ve soranlara ''yazarım'' deyiveriyorum. Taksi şoförü yazar kişiyi bedeni ile alakalandırmaz.
Zannedersem.
Sevgili okuyucu, sen beni tanıyorsan zaten, bana ne bunlardan diyebilirsin. Öyle dediysen zaten buraya kadar inmemiş, yukarıda bir yerlerde aramızdan ayrılmışsındır. Buraya kadar inmiş sadık okuyucu sana niye şimdi kendimi anlatıyorum? Ben de bilmiyorum. Açtım bilgisayarı, parmaklarımdan bu aktı.  Birilerine hayrı dokunsa gerek.
Her sabah kendi yogamı yapıp, derslerimi verdikten ve bir kafede biraz dinlendikten sonra saat 10'da eve dönüyorum. En geç 10 buçukta. Bey ile anlaşmamız böyle. O yüzden şimdi ayrılmam gerekiyor huzurlarından sevgili okuyucu.
Yakında görüşmek üzere!
Defne

Wednesday, July 21, 2010

Şimdi Okullu Olmak

Foto: Kokia Sparis
Bu sabah, günlerden pazartesi olmamasına rağmen, yine öyle zınk diye uyanamadım. 4 buçukta bir gözlerimi açar gibi oldum, sonra 5:07'ye kadar homurdanarak yatakta döndüm durdum. Stüdyoya varıp da ilk udiyana bandhayı yapınca çıktı ortaya sıkıntı. Dondurma, mısır cipsi ve salsa, margarita ve öncesinde pilav. Dünün menüsü sayesinde iç organları betona çevirmek için gerekli formülü bulmuş oldum.

Karın boşluğundaki organlar sertleşince, bağ doku ve dolayısıyla bütün kaslar sertleşiyor. Dün oysa ki nasıl da kuvvetli, nasıl da esnek, ne uzun nefesler alıp verebiliyor, ne udiyanalar yapıyordum. Formülü: esmer pilav, brokoli, mantarlı pazı ve fasülye. Bir günden diğerine bu kadar mı farkeder insanın bedeni. Sanki üzerimden kamyon geçmiş bugün.

Tamamladık bir prelüd, asanalar, üzerine 6:15 dersi...Geldim yine Albina Press kahvesine. Hava yine serinledi. Sabah 8:22 itibarı ile 13 dereceyi gösteriyor termometremiz. Ben neden bilmem, pek memnunum bu serin yaz halinden. İyicene kışcı oldum galiba. Hep içeride oturalım, boğazlı kazaklar, botlar, bereler giyelim istiyorum.

Bir de bu aralar yeniden okula başlamaya hevesleniyorum. Eylül yaklaşıyor diye olabilir bu istek. Okulların açılmasını dört gözle beklerdim ben çünkü lisedeyken. Ve hala her eylül okullar açılacak diye bir seviniyor, sonra artık okula gitmediğimi hatırlayıp hüzünleniyorum. Accayip bi şey.

Şu aralar yine okumak, öğrenmek, yazmak istiyorum. Ama bir yandan da diyorum, öyle bir program olsun ki, akademiyanın toplu iğne başı doldurmaz deryasına bir damla katmak için hayatımı heba etmem gerekmesin. Geçenlerde bir adam ile tanıştım. Sosyoloji doktorası yapıyormuş. Tezini sordum. Heyecanla anlattığı istatistiki değerler bende en ufak bir dalgalanma yaratmadı. Doktoradan neden vazgeçtiğimi hatırladım sadece.

Oku oku oku bitmez teorileri anlamaya başlayınca duyulan heyecanın bağımlılık yaratan bir doğası var. ''Kafa açıcı'' olarak tasvir ettiğimiz kimi fikirlerin başını, sonunu, özünü kavrama anı bir doyum ilüzyonu. Bu ilüzyona takılıp o fikirlerin üzerine bir yeni fikir inşa etme kaygısı da ömürlük bir çalışma. Bu doyumun bir ilüzyondan ibaret olduğunu görmek için, tezinizin tezini akademi dışında birine anlatmanız yetebilir. Yıllar alan bir çalışma, sonuçta tek bir cümle söylecektir bize, bizim hakkımızda, ve muhtemelen o cümle zaten söylenmiştir bir başka üstad tarafından. Ve karşımızdaki akademi dışı kişi, dışından söylemiyorsa, içinden ''eee?'' diyecektir.

Ama işte insan bir deryaya kaptırmayagörsün kendini...Yasemin ortaokuldayken yıldız basketbol takımında oynuyordu. Bütün kış, okulda ve Galatasaray kulübünde antremanlara gidiyor, yaz tatillerinde de bir hafta bir yere gitmek için antrenörlerinden izin alması gerekiyordu. Tatil boyunca sıcak kumlarda koşuyor, ip atlıyor, sonra yine koşuyordu. Turnuvalar başlayıp da finale doğru yükselirlerken, diğer basketçi arkadaşları dışında kimse yanına yaklaşamıyordu çünkü maçlar dışında bir konudan konuşamıyordu. Derken, şimdi adını unuttum neyse o lise, bunları finalde yeniyordu. Hezimet. Ağlıyor, ağlıyor, ağlıyorlardı hepsi birden. Ben anlamıyor, soruyordum, ''bu bir spor değil mi sonuçta, ne kadar önemli olabilir ki?'' O da bana diyordu ki gözyaşları arasında, ''sen de içinde olsan anlardın, dışarıdan anlanmaz''

Doktora da bana aynen yıldız takımların basketbol turnuvasını hatırlatıyor. Onca emek, onca zaman, onca para...Ben artık dışarıdayım ya, anlamıyorum. Dışarıya attığım o adımın anını hatırlıyorum. Rahmetli dostum Dicle ile konuşuyorduk. Ben ona dedim ki, ''insanın, toplumun, kültürün doğasını keşfetmek için söylediğimiz bütün bu sözleri, doktora yapmadan, akademisyen olmadan söyleyiveren insanlar var ama...'' ''Tabii var'' dedi, ''ama onlar nasıl söylüyorlar? Roman yazarak, şiir yazarak...Romanda, şiirde aktarabileceksen keşiflerini, hiç durma bırak zaten bu doktora işlerini.''

Bu konuşmanın üzerinden dokuz yıl geçti. Karnım yine bilgiye kazınmaya başladı. Beni hem doyuracak, hem de çemberinde kaybolup gitmeyeceğim bir okul, bir program vardır muhakkak bu dünyada değil mi? Kafa açıcı fikirlerin öğretildiği, varoluşun doğasına göz atmamı sağlayacak dersler, keşiflerimi romanlara, şiirlere taşımama yardım edecek ödevler filan...olmalı bir yerlede.

Saturday, July 3, 2010

Tanrıların Oyunu


Çocuktum. Yaz tatillerini adada geçiriyorduk. Orada düz, uzun sarı saçlı, uzun bacaklı kızlar vardı. Benden bir iki yaş büyük, çok havalı ablalardı bunlar. Hayran olur, bazen peşlerine düşer, evlerinin yerini, arkadaşlarının isimlerini filan öğrenirdim. Bir tanesini hatırlıyorum mesela. Lisya. Evleri bizim yokuşun tepesindeydi. Sabahtan yokuşu tırmanıp balkonlarının altına yerleşir, ismini çağırır dururdum. Lisyaaaa, Lisyaaa, Lisyaa...Balkona çıkana kadar. Benden bezmiş Lisya balkona çıkıp da ''of ne var?'' deyince omuz silkip ''hiiiç'' der, gerisin geri yokuş aşağı koyuverirdim kendimi.

Ne isterdim Lisya'dan? Arkadaşı olmak mı? Sevilmek mi? Tanınmak mı? Lisya benim varlığımdan haberdar olsa hayan olduğum özellikleri bana mı geçecekti? Ben de uzun bacaklı, uzun sarı saçlı barbi gibi bir kıza mı dönüşecektim? Bilmiyorum. Ne niyetle Lisya'nın peşine düştüğümü o zaman da bilmiyordum, şimdi de bilmiyorum.

''Çocukluğun esrarengiz davranışlarından biri daha işte'' deyip geçebilirim. Ama geçemiyorum. Çünkü çocukluğun hiç geçmediğini biliyorum. Hala aynı davranış ve tepki kalıplarına doğru sürüklenmiyor muyuz? Büyümeye, olgunlaşmaya, sınırlamalarımızdan sıyrılmaya çalışsak da, özde o esrarlı hammade aynı tazeliği ile duruyor galiba.

Portland'da bir arkadaşım vardı. Zeki, komik, tatlı ve uzun sarı saçlı. Bu arkadaşım ki, kendisi gibi ismi de Lisya'nınkine benziyordu, bir gün bana kızdı ve küstü. Aşk, meşk meselesi. Çoktan vazgeçmiş olduğu eski sevgilisini bir türlü bana helal etmek istemedi. Onu aldattığımı, arkadan vurduğumu söyledi. Bütün arkadaşlık numaralarım eskiden onun, şimdi benim olan bir erkeği kapmak için oynanmış bir oyunmuş, öyle dedi. İtiraz edip kendimi savunmaya çalıştıkça, gerçeği göremeyecek kadar kör olduğum için bir psikoloğa görünmemi sağlık verdi.

Kalbim kırıldı ama bildim ki onunki benimkinden de kırık.

Geçen yıllar içinde aramız hızla soğurken, yollarımız kesişip durdu. Zamanla geçer sandığım öfkesi katmerlendi. Ben bir türlü beklemekten vazgeçemedim. O savaşmak isterken benim alttan almalarım durumu daha da içinden çıkılmaz bir hale getirdi. Ben yine de bir gün yine arkadaş oluruz umudu ile aynı Lisya'nın balkonunun altında beklediğim gibi bekleyip durdum.

Ve gerçekten de son aylarda bir şeyler değişmeye başladı. Söylediği bazı şeylerin doğru olduğunu kabullendiğim için ondan özür diledim. Sonra ortak bir projeye başladığımız için aramızda bir iletişim başladı. Bir defasında aynı masada oturup kısaca lafladık bile. Bütün bunlardan cesaret alıp facebook arkadaşlığı teklif ettim, kabul etti. İnce ince işliyordum sanki arkadaşlık yolumu.

Derken....

Dün kuzey stüdyoya gittim. Benim Portland'da ders verdiğim stüdyonun iki şubesi var. Güney ve Kuzey Yoga Shala. Ben güneyde çalışıyorum, uzun sarı saçlı eski arkadaşım kuzey stüdyoda ders veriyor. Öğle saatlerinde dersi olmadığı halde raslantıya bakın ki dün oradaydı. Kısaca selamlaşıp hal hatır sorduktan sonra ikimiz de işlerimize döndük. Sessizliği Danielle bozdu. Danielle Yoga Shala'da çalışan bir başka hoca. Abartılı sevgi gösterileri ve yüksek sesli yorumları yüzünden ben ona çok yanaşmamaya gayret ediyorum ama o beni görünce sevinçle merdivenlerden inip, ikimizin sessiz sessiz çalıştığı lobiye daldı. Kollarını kocaman açıp bana sarılırken bir yandan da ''aaaah seni görmek ne güzel Defne! Tam da daha dün senin ve tatlı sevgilinin hikayenizi dinlemiştim birinden. Ne romantik bir hikaye tanrım!'' diye bağırdı.

Şimdi, size kafamdan aşağı dökülen kaynar suları nasıl hissettirsem? Tatlı sevgilimle romantik hikayemiz, ince ince yeniden örmeye çalıştığım yeni (eski) arkadaşlığımın ennnn yaralı noktası. En çok kaçındığım, en son açacağımız kart. Danielle'e susması için bir işaret bile veremeden, ''Neymiş bakalım o hikaye'' diye başını kaldırdı yeniden arkadaş olmayi çok istediğim eski arkadaşım. Yüzünde yükselen al rengini hepimiz bir anda gördük. Patronumuz Jody, bir şeylerin yolunda gitmediğini anlamış olacak ki ofisten çıkıp yanımıza geldi.

Danielle bırakın benim sus işaretimi almayı, izleyici sayısı arttığı için memnun, iyice ballandırdı: '' Ah işte Defne sevgilisini görmüş, bir anda anlamış hayatının aşkının o olduğunu ve böyle devam etmiş aşkları, çok çok çok romantik!!!'' Sanki Daniel'i susturabilirmiş gibi ellerimle ağzımı kapadım. ''Yaa demek hikaye böyle'' dedi yerinden kalkıp bana doğru yürürken. Yüzünün tamamını al basmıştı. ''Eh doğru tabii, bir bakışta anladın hayatının aşkını, önüne çıkan her engeli aşarak ilerledin ve sonunda fethettin değil mi? Hakikatten de hikaye bu yani!''

Ben tek kelime bile etmeden kapıya yönelirken, Danielle galiba arka odaya kaçtı. İlk bulduğum kafeye dalıp, başımı ellerimin arasına aldım, ağlasam mı gülsem mi bilemeden orada böyle yarım saat oturdum.

Nasıl olur da bütün koşullar bir araya gelir ve bunlar olur? Tam facebook arkadaşı olduğumuz günün ertesinde hem de! Tanrıların oyunu değil midir bu?

Vazgeçiyorum artık Lisya'nın balkonunun altında oturup beni görmesini, tanımasını, sevmesini beklemekten. Tanrıların oyunu ise de, belli ki bana verilmiş bir de mesajı var.

Zorla güzellik olmaz!


Saturday, June 19, 2010

Radyo Geceleri


Dün yine radyo gecesi yaşadık.

Yine planlamadan, başka gecelerde çoktaaan uyuduğumuz bir saate denk gelen bir zamanda başladı. Kokia yatağa girmişti bile, ben de son defa emaillerime bakıyordum. Derken pencere pencereyi açtı, ben Yasemin’e Because I Love You şarkısını hediye olarak göndermek istedim. Onaltı/yedinci yaşımızın dilime dolanık bu yaz şarkısınının içimde yarattığı hisleri dünyada anlayacak tek kul Yasemin idi. Yolladıktan sonra birlikte dinledik sonuna kadar. Kokia şarkıyı tanımadı. First Love, First Kiss Oh what a feeling is this’i çaldım, onu da tanımadı. ''Dur ben sana bir tane çalayım o halde'' dedi, onun çaldığını ben tanımadım. Chris de Burgh açtım. The Traveller. Bilmiyormuş, hayret ettim. Heyecanla tuşlara basıp ''Oooo bunu kesin hatırlarsın'' dediği parçayı da bilmiyordum. Ben belki tanır diye çocukluğumdan bir parça Laura Branigan’ın Self Control’unü çaldım. Buz pateni kaymaya gittiğim Penguen'de çalardı hep. Onu bile tanımadı. Kısa zamanda anladık ki aramızdaki altı yaş müziksel tarihimiz açısından bir uçurummuş meğer.

Madonna ve Micheal Jackson haricinde ortak bir paydamız olmadan çalmayı sürdürdük. Yatağın üzerinde karşımızda laptoplarımız, www.grooveshark.com'dan istediğimiz her parçayı karşımıza getire getire. Farketmeden ikimiz de kendi 13-14 yaşlarımıza odaklanmışız. Her parça yüzlerce hissi, anıyı, unutulmuş kıpırtıları geri getirdi. Birbirimize slow danslarımızı anlattık ve ev partilerimizi. Bizim okulda lokal diye bir mekan vardı. Lise 3’lerin işlettiği bir tenefüshane idi ve öğretmenler oraya gelmezdi. Biz orada müzik çalar, dans eder, çay pasta kek yediğimiz masalardan birbirimizi keserdik. Lokal’de vakit geçirmek heyecanlı ve mühim bir etkinlikti. Öğle tenefüslerinde slow dans da edilirdi. Öğrenciler müzik setinin başına geçer, o karışık kasetlerinden nabza göre çalarlardı. Ben çaldıkça lokal canlandı gözümde. Varlığını neredeyse unuttuğum bu mekanda neler olduydu oysa ki!

Kokia, Take My Breath Away’i çalarken yaz tatiline İngiltere’ye giden Elektra’ya yazdığı sonsuz aşk mektuplarını anlattı. Ben Lady in Red çalarken bir basket sahasında düzenlenen yazlık partisindeki ilk slow dansımı.

Acıklı parçarda, tavana gözlerimizi dikip içimizden geçen duyguları çiğneye çiğneye yattığımız anılar canlandı. O yaşlarda hisler, duygular ne kadar yoğun, ne kadar net idi. Taze kalpten ilk defa geçiyorlar diye nasıl da derin çizikler bırakırlardı. Dedim ki ‘‘yaşamı bir kez daha o kadar yoğun hissetmeyeceğime inanamıyorum’’. Yeniden çocuk olmayacağıma da inanmak bazen zor geliyor.

Bu radyo geceleri arada sırada oluyor. Şarkılar çekmece diplerinde unutulmuş anıları çekip çıkarıyor, anılar hisleri geri getiriyor. Birbirimizi yeniden tanıyoruz onüçüncü yaşımızın duygularında.

Mutsuz Aşklar’ı yazdığımda, yorum yapan okurlardan biri mutlusuna geçişimi anlatmamı istedi benden. Ben galiba kendimi sevmeye başladığımda mutlu aşka geçtim. Kendimi sevdikçe hem sevilmek hem de başka bir insanı sevmek kolaylaştı. Kendimi sevmemekten doğan arızalar eridi gitti.

Aşkı beslemenin başlıca yolu birlikte kaliteli vakit geçirmekmiş. Kaliteli vakit televizyon karşısında, kanaldan kanala atlayarak yemek yemek demek değil ama. Samimiyet ve özenle tanımlabilecek bir zaman dilimi. Geçen akşam yorgun eve geldim. Kokia dedi ki ‘‘Yoga büdümü yemeğe götüreyim mi?’’. Yeni bir suşiciye gittik. Yanyana oturduk, yemeklerimiz gelene kadar el ele tutuştuk. Dedim ki ben ona ''ne keyifli şey seninle vakit geçirmek. Bütün günü beraber geçirsek de yemeğe çıktığımızda hiç sıkılmıyorum. Yasemin gibi oldun sen.’’

Dedi ki, ilişkimiz boyunca yaptığım en süper kompliman buymuş!


Friday, March 26, 2010

Şaşkın Kızıma Veda


Cuma ilk defa Sundace kampa gittiğinde daha bir yaşında bile yoktu. Etiler'in arka sokaklarında sokak köpeği anasından doğup beş aylık hayatının tamamını Levent'de bir apartmanın beşinci katında geçiren köpeğim -hepimiz gibi- oraya gidince cennete düşmüşe döndü. On gün boyunca kırlarda, plajlarda koştu, çimenlerde yuvarlandı, denize patilerini soktu çıktı, kedilerle ve diğer köpeklerle tanıştı, dengeye geldi. İstanbul'da canımı çıkaran azgınlığından eser kalmadı.

Levent'e döndüğümüz gece su bile içmeden evin eskiden hiç gitmediği uzak bir köşesine yollandı. Oraya simit gibi, sırtı bize dönük yattı, sabaha kadar da yerinden kalkmadı. Onu kamptan geri getirdiğim için bana küstü sandım. Oysa Cuma sadece üzgündü. Köpekler küsmeyi bilmez ki. Deniz kıyısındaki o kamptaki bir sonraki tatilimizin sonunda Cuma'yı bir daha İstanbul'a getirmedim. O gündür bugündür ben yersiz yurtsuz dolaşırken, köpeğim kök saldı, kampın Cuma'sı oldu, orada prensler gibi beslendi, bakıldı, bakılıyor.

Bir yaz gecesi hep beraber yemek yiyorduk. Kampta kalan genç çocuklardan birisi boynuna sarılı gevşek bir ipten tutarak çekelediği bir yavru köpek ile restorana girdi, bizim masaya yaklaştı. Süleyman'a "kampa aitmiş, köydekiler öyle söylediler, biz de getirdik" dedi. Masadan bir kahkaha koptu. Çocuk neye güldüğümüzü anlamadı, bozulup gitti. Köylülerin numarası idi başı boş yavru köpekleri kampa postalamak.

Biz masadakiler Süleyman'a ısrar ettik, ne olur kalsın, ah bak ne şeker, ah bak ne şaşkın diye diye sevdik yeni yavruyu.

Şaşkın kampta kaldı. Cuma'yı kendine aşık etti, eş etti. Dizi dizi kısa kuyruklu bebekleri oldu. Kısırlaştırıldıktan sonra bile Cuma'nın yanına dişi köpek yaklaştırmadı, canı pahasına bütün kumalar ile dövüştü. Cuma gizli kapaklı ilişkiler yaşasa da Şaşkın'dan başka dişi köpekle meydanlara çıkmadı. Plaja, tepelere, Faselis'e yürüyen kampçıların peşine ikisi beraber takılıp yol gösterdiler. Birisi tehlike sezip ayaklanırsa, diğeri saniye vakit kaybetmeden aynı yöne doğru koşmaya başladı. Kışın sobanın başında birlikte uyuyup, gün doğumunda yoga yapan benim matımın üzerinde göğüslerini birbirine vurdura vurdura birlikte güneşi selamladılar.

Dün sabah Şaşkın'ı kampın hemen dışında ölü bulmuşlar. Yaban domuzlarını avlarken atılan kurşunlardan biri saplanmış göğsüne. Köylüler keçilerini korumak için kasten vurmuş da olabilirmiş. Kaza veya kasten... içimdeki acının şiddetini değiştirmiyor atılan kurşunun arkasındaki niyet. Ölüm sevdiğim hangi canlının başına gelirse gelsin elbet canımı yakıyor. Fakat neden bilmiyorum hayvanların başına gelenler içimi bir başka paramparça ediyor.

Ölüm acısı gençken insanı pek hazırsızlık yakalıyor. Huzur içinde yatsın diyoruz ama köpekler ölünce nereye giderler ki orada huzur bulsunlar? Acımla başetmek için elimde hiçbir inaç aracı yok. Dünden beri cayır cayır yanan içimin gözlerimden akmasına engel olamıyorum

Biraz evvel Cuma'yı sormak için kampı aradım.

Dediler ki Cuma restoranın bir köşesinde, arkasını masalara dönmüş, simit gibi yatıyormuş.

Sunday, January 31, 2010

MUTSUZ AŞKLAR


Geçen gün babamla yüzüyoruz. Bir yengeç, bir balık, suda sosyalleşmek pek hoşumuza gidiyor, havuzda randevulaşıyoruz. O 25, ben 75 metrede bir duruyoruz, laflıyoruz.

Bir ara dedi ki “yazılarını okuyorum da babana dair hiç iz bulamıyorum. Ben seni pek az tanıyorum galiba”. Gülüp geçiştirmeye çalıştım, “Heh heh, esas travmayı annem yaratmış da ondan, sen kendini şanslı hisset”. Daldık. Sonraki 75 metre boyunca düşündüm. Sahi babamın bende hiç izi yok mu? Karakterim, yumuşak karnım, korkularımın oluşmasında babamın rolü nedir? Buluşma yerimize vardığımızda itiraf ettim, “Baba ben annemle evli olduğunuz zamanlara dair hiçbir şey hatırlamıyorum. Sanki sen çocukluğum boyunca ortada yoktun”.

Ne? Nasıl olur? Hani evden kaçmıştın da ben avucuna bisiklet pompası ile vurmuştum, hatırlamıyor musun? Evet, tamam, onu hatırlıyorum. Hani Çeşme Altınyunus otelinde uyuyasın diye saatlerce masallar anlatmıştım onu da mı hatırlamıyorsun? Hatırlıyorum. Annem otelin diskosunda eğleniyor, babam bana bakıyor, ben annemin beni terk edişini bir türlü kabullenemiyor, ağlıyor da ağlıyorum. Bunlar kesik kesik anılar. Bugünkü duygularımı, şartlanmalarımı oluşturan çocukluk anılarımda babamın izini yine de bulamıyorum.

O, “biraz daha düşün istersen, ben bu turu tamamlayıp çıkıyorum”, diyerek suya daldı, uzaklaştı.

Babamın davranışları, sözleri, beklentileri, duygularını ifade edişi/edemeyişi çocuk ruhumda hiç yankılanmamış olabilir mi? Yoksa babamın yarattığı travma o kadar derinde ki, çıplak gözle göremiyor muyum? Bir terapiste gitsem benliğimin karanlık dehlizlerinden çekip çıkarır mı yaraları?

Havuz çıkışında, Levent’in arka sokaklarından geçerek eve dönmeye çalışıyorum. İstanbul’da araba kullanmaya ara verdiğim son yedi yıl içinde yollar öyle bir değişmiş ki, o en tanıdık yerlerde kayboluyorum. Yeni yollar, tanıdık ara sokaklarla kesiştikçe şaşırıyorum. Sonra öyle bir yer geliyor ki, yok olamaz diyorum. Buradan oraya nasıl geldik? Eskiden burada yol biter, dere başlardı. Bir gecekondu mahallesi olması gerek derenin öbür yanında? Bakıyorum, gecekondu mahallesi hala orada, sağ tarafımda. Solumda o tanıdık eski sokak. Üzerinde ilerlediğim yeni yol da derenin ta kendisi.

Gidip şimdi o evi bulur muyum, bulmaz mıyım? Şuradan sağa girsem, böyle bir yokuştan inerdik, karda buzlanırdı, inemezdik. Nasıl da kar yağmıştı! Günlerce evden çıkmamıştık. Bahçe bembeyaz olmuştu. Şimdi burada bir yerde olmalı işte o ev.

Gönlüm hayatımda iki defa mutsuz aşka düştü. İki erkeği acıdan kıvrana kıvrana sevdim.

Birincisinde on dört yaşındaydım. Okuduğum şiirler, şarkılar, aşk hikayeleri birden ruhumda karşılık buluvermişlerdi. Liseyi bitirene kadar içimi kanırta kanırta, beni isteyip istemediğine karar veremeyen bir erkeği sevdim. Sevdanın koyu acı tadını sevdanın kendisi sandım.

Tam bitti, artık, ancak değerimi bilen bir adama açarım gönlümü filan derken, yirmi bir yaşımda yine vurdum mu baltayı taşa! Hem de öyle bir vurmuşum ki mutsuz aşk tecrübesini en derin katmanına kadar yaşamak nasib olmuş.

Derler ki insanın hücreleri her yedi yıl içinde tamamen yenilenirmiş. Bu yüzden yedi yıllık dönemlere ayrılırmış hayatlarımız. Benim kişisel tarihim de bu dilimlerde geçirdiğim dönüşümlerden ibaret zaten! Yirmi bir yaşından yirmi sekiz yaşına uzanan dilim de o yedi yıllardan biriymiş. Ben o üçüncü yedilik dilimin tamamını mutsuz aşkımı kalbimde ısıtıp ısıtıp, acısını kanıma zerk ederek geçirdim.

Sokaklar tanıdık, ama bulamıyorum o evi. Düz yoldan gelsem bulurum tabii ama ben bu arka yolu merak ediyorum. Arka yolları da kullanırdım çünkü. O eve giden her yolu, her deliği, yol kenarında büyüyen bütün bitkileri, çöp tenekelerinin yerlerini, hepsini bilirdim. Hafızamda bir kara delik sanki. Aradan on dört yıl geçmiş ben o evden son kez çıkalı. Unutmaya yeter mi? Yoksa o zamanları da mı gömmüşüm babamın izleri ile birlikte?

Vazgeçtim. Düz yola çıkıp eve dönüyorum. Hafızamdaki kara delikten eskiye dair hisler sızıyor. Mutsuz aşkların tatlı acısı. Ayşe ile basmıştık kırmızı Skoda’nın gazına, ellerimizde sigaralar, Alanis Morrisette’e bağıra çağıra eşlik ederek İznik’e gitmiştik. Birbirimizi avutmaya. Mutsuz aşklarımızı anlatmıştık birbirimize. Hisler taze tahtaya atılan çentikler gibi derin hissediliyordu. Yetişkin sanıyorduk kendimizi ama çocukluğun sonundaydık aslında. İçimizde birikmiş korkuları, yaraları, eğilimleri, kısaca ruhumuzu, mutsuz aşklarımızın hikâyesini anlatırken keşfediyorduk. İçimizde yeni bir katman gün ışığına çıkarken kendi hikâyelerimiz ruhumuzu tatmin ediyor, hani neredeyse mutsuz aşklarımıza bize sağladıkları bu tatmin imkânı için şükran duyuyorduk.

Ağlıyor, sonra gülüyor, şarap içip dans ediyor, değerimizi bilmeyenlere kapımızı açmayacağımıza ant içiyorduk!

Babam, tesadüfe bakınız ki, ben yedi yaşındayken evden ayrıldı. Annemle ikimiz kaldık. Kimse bana babamın neden gittiğini söylemedi. Amerika’da dediler. Annem okuldan gelene kadar evde benimle oturan nenem ve büyük halanın fısıldaşmalarından bilmemem gereken bir şeyler döndüğünü biliyordum ama anneme aşık derecesinde düşkün olduğumdan babamın yokluğunu hiç kurcalamıyordum. Babamın yataktaki yeri bana kalmıştı ya annemin boynunun kokusunu çeke çeke deliksiz uykular uyuyordum.

Babam kısa bir süre sonra yeniden evlendi. Malum hikâye. Evliliğinin bir noktasında başka birine aşık olmuş, uzatmadan ayrılıp, aşık olduğu diğer kadınla evlenmiş. Bunu da sanki bir televizyon dizisi hikâyesi izliyormuşçasına tepkisiz karşıladığımı hatırlıyorum. Sonra annem de evlendi. Ona tepkisiz kalamadım. Dışarı attığım kadarını atıp, gerisini içimde biriktirdim. Şansıma ikinci anne ve babalarım ruhen öyle sağlıklı, öyle dengeli idiler ki, bana öyle doğru şekilde yaklaştılar ki, tez zamanda ikisine de candan bağlandım.

Mutsuz aşk hikâyelerimin erkek kahramanlarının ikisi de başka kadınları severlerken bana rastlamışlardı. İkisi de aldatmacadan hoşlanmayan dürüst insanlar oldukları için en baştan bana durumu anlatmışlar, ben inadına kendi sıramın gelmesini bekleyeceğimi söylemiştim. Yalnızlıklarını unutuyorlardı da o yüzden belki, kollarının arasına yumuşak kendimi bırakmama karşı koymuyorlardı. O kolların arasına fazlaca bir yerleştiğimde ise sıranın bana belki de hiç gelmeyeceği hatırlatılıyordu ama ben bir adım geri, iki ileri yılmıyor, savaşıyordum.

Her iki mutsuz aşk da on yıllık ara ile mayıs ayında son buldu. Her iki mayısta da ben birden, aniden bittiğini bildim. Sanki yıllarca yerlerde sürünüp ağlayan ben değilmişim gibi usulca kapıyı çekip çıktım. Artçı şoklar filan oldu tabii kalbimde ama mutsuz aşklara bir daha dönmedim.

Neden o kadar zaman orada durdum da birden çıkıverdim bilmiyorum. Kurduğumuz yıkıcı ilişkileri, tatmin edilmemiş ihtiyaçlarımıza bağlayan modern psikoloji kuramlarını okudukça, mutsuz aşklarda hangi ihtiyaçlarımın karşılık bulduğunu düşünüyorum. Acı çekme ihtiyacı diye bir şey var mı mesela? Modern psikolojide bunun adı duygusal olarak uyarılma ihtiyacı. Olabilir.

Freud’a kalsa hepsi babamla ilgili ya, işte babam ben çocukken esas kadın annemi değil de, bir başka kadını sevdiği için ben ancak ikinci kadın pozisyonunda sevileceğime inandım. İkinci kadın sabrederse sonunda muradına erecekti. O yüzden ikinci kadın safhasında takıldım kaldım. . Bu da olabilir.

Mutsuz aşklarda ben hayatın tadına daha bir derinden baktım. Duyguların dehlizini aşıp da kendime baktığımda insanın hayatı tecrübe etme biçimleri hakkında keşiflerde bulundum. Mutsuz aşklarda, çok üzüldüğüm doğru ama yine o aşklarda ruhumu tecrübe ile besleyip, büyüdüm, zenginleştim. Daha fazla beslenemeyeceğimi anladığımda da işte usulca çıktım gittim.

Bana en çok bu olabilirmiş gibi geliyor.


www.defnesumanyoga.com