Wednesday, July 21, 2010

Şimdi Okullu Olmak

Foto: Kokia Sparis
Bu sabah, günlerden pazartesi olmamasına rağmen, yine öyle zınk diye uyanamadım. 4 buçukta bir gözlerimi açar gibi oldum, sonra 5:07'ye kadar homurdanarak yatakta döndüm durdum. Stüdyoya varıp da ilk udiyana bandhayı yapınca çıktı ortaya sıkıntı. Dondurma, mısır cipsi ve salsa, margarita ve öncesinde pilav. Dünün menüsü sayesinde iç organları betona çevirmek için gerekli formülü bulmuş oldum.

Karın boşluğundaki organlar sertleşince, bağ doku ve dolayısıyla bütün kaslar sertleşiyor. Dün oysa ki nasıl da kuvvetli, nasıl da esnek, ne uzun nefesler alıp verebiliyor, ne udiyanalar yapıyordum. Formülü: esmer pilav, brokoli, mantarlı pazı ve fasülye. Bir günden diğerine bu kadar mı farkeder insanın bedeni. Sanki üzerimden kamyon geçmiş bugün.

Tamamladık bir prelüd, asanalar, üzerine 6:15 dersi...Geldim yine Albina Press kahvesine. Hava yine serinledi. Sabah 8:22 itibarı ile 13 dereceyi gösteriyor termometremiz. Ben neden bilmem, pek memnunum bu serin yaz halinden. İyicene kışcı oldum galiba. Hep içeride oturalım, boğazlı kazaklar, botlar, bereler giyelim istiyorum.

Bir de bu aralar yeniden okula başlamaya hevesleniyorum. Eylül yaklaşıyor diye olabilir bu istek. Okulların açılmasını dört gözle beklerdim ben çünkü lisedeyken. Ve hala her eylül okullar açılacak diye bir seviniyor, sonra artık okula gitmediğimi hatırlayıp hüzünleniyorum. Accayip bi şey.

Şu aralar yine okumak, öğrenmek, yazmak istiyorum. Ama bir yandan da diyorum, öyle bir program olsun ki, akademiyanın toplu iğne başı doldurmaz deryasına bir damla katmak için hayatımı heba etmem gerekmesin. Geçenlerde bir adam ile tanıştım. Sosyoloji doktorası yapıyormuş. Tezini sordum. Heyecanla anlattığı istatistiki değerler bende en ufak bir dalgalanma yaratmadı. Doktoradan neden vazgeçtiğimi hatırladım sadece.

Oku oku oku bitmez teorileri anlamaya başlayınca duyulan heyecanın bağımlılık yaratan bir doğası var. ''Kafa açıcı'' olarak tasvir ettiğimiz kimi fikirlerin başını, sonunu, özünü kavrama anı bir doyum ilüzyonu. Bu ilüzyona takılıp o fikirlerin üzerine bir yeni fikir inşa etme kaygısı da ömürlük bir çalışma. Bu doyumun bir ilüzyondan ibaret olduğunu görmek için, tezinizin tezini akademi dışında birine anlatmanız yetebilir. Yıllar alan bir çalışma, sonuçta tek bir cümle söylecektir bize, bizim hakkımızda, ve muhtemelen o cümle zaten söylenmiştir bir başka üstad tarafından. Ve karşımızdaki akademi dışı kişi, dışından söylemiyorsa, içinden ''eee?'' diyecektir.

Ama işte insan bir deryaya kaptırmayagörsün kendini...Yasemin ortaokuldayken yıldız basketbol takımında oynuyordu. Bütün kış, okulda ve Galatasaray kulübünde antremanlara gidiyor, yaz tatillerinde de bir hafta bir yere gitmek için antrenörlerinden izin alması gerekiyordu. Tatil boyunca sıcak kumlarda koşuyor, ip atlıyor, sonra yine koşuyordu. Turnuvalar başlayıp da finale doğru yükselirlerken, diğer basketçi arkadaşları dışında kimse yanına yaklaşamıyordu çünkü maçlar dışında bir konudan konuşamıyordu. Derken, şimdi adını unuttum neyse o lise, bunları finalde yeniyordu. Hezimet. Ağlıyor, ağlıyor, ağlıyorlardı hepsi birden. Ben anlamıyor, soruyordum, ''bu bir spor değil mi sonuçta, ne kadar önemli olabilir ki?'' O da bana diyordu ki gözyaşları arasında, ''sen de içinde olsan anlardın, dışarıdan anlanmaz''

Doktora da bana aynen yıldız takımların basketbol turnuvasını hatırlatıyor. Onca emek, onca zaman, onca para...Ben artık dışarıdayım ya, anlamıyorum. Dışarıya attığım o adımın anını hatırlıyorum. Rahmetli dostum Dicle ile konuşuyorduk. Ben ona dedim ki, ''insanın, toplumun, kültürün doğasını keşfetmek için söylediğimiz bütün bu sözleri, doktora yapmadan, akademisyen olmadan söyleyiveren insanlar var ama...'' ''Tabii var'' dedi, ''ama onlar nasıl söylüyorlar? Roman yazarak, şiir yazarak...Romanda, şiirde aktarabileceksen keşiflerini, hiç durma bırak zaten bu doktora işlerini.''

Bu konuşmanın üzerinden dokuz yıl geçti. Karnım yine bilgiye kazınmaya başladı. Beni hem doyuracak, hem de çemberinde kaybolup gitmeyeceğim bir okul, bir program vardır muhakkak bu dünyada değil mi? Kafa açıcı fikirlerin öğretildiği, varoluşun doğasına göz atmamı sağlayacak dersler, keşiflerimi romanlara, şiirlere taşımama yardım edecek ödevler filan...olmalı bir yerlede.

Saturday, July 3, 2010

Tanrıların Oyunu


Çocuktum. Yaz tatillerini adada geçiriyorduk. Orada düz, uzun sarı saçlı, uzun bacaklı kızlar vardı. Benden bir iki yaş büyük, çok havalı ablalardı bunlar. Hayran olur, bazen peşlerine düşer, evlerinin yerini, arkadaşlarının isimlerini filan öğrenirdim. Bir tanesini hatırlıyorum mesela. Lisya. Evleri bizim yokuşun tepesindeydi. Sabahtan yokuşu tırmanıp balkonlarının altına yerleşir, ismini çağırır dururdum. Lisyaaaa, Lisyaaa, Lisyaa...Balkona çıkana kadar. Benden bezmiş Lisya balkona çıkıp da ''of ne var?'' deyince omuz silkip ''hiiiç'' der, gerisin geri yokuş aşağı koyuverirdim kendimi.

Ne isterdim Lisya'dan? Arkadaşı olmak mı? Sevilmek mi? Tanınmak mı? Lisya benim varlığımdan haberdar olsa hayan olduğum özellikleri bana mı geçecekti? Ben de uzun bacaklı, uzun sarı saçlı barbi gibi bir kıza mı dönüşecektim? Bilmiyorum. Ne niyetle Lisya'nın peşine düştüğümü o zaman da bilmiyordum, şimdi de bilmiyorum.

''Çocukluğun esrarengiz davranışlarından biri daha işte'' deyip geçebilirim. Ama geçemiyorum. Çünkü çocukluğun hiç geçmediğini biliyorum. Hala aynı davranış ve tepki kalıplarına doğru sürüklenmiyor muyuz? Büyümeye, olgunlaşmaya, sınırlamalarımızdan sıyrılmaya çalışsak da, özde o esrarlı hammade aynı tazeliği ile duruyor galiba.

Portland'da bir arkadaşım vardı. Zeki, komik, tatlı ve uzun sarı saçlı. Bu arkadaşım ki, kendisi gibi ismi de Lisya'nınkine benziyordu, bir gün bana kızdı ve küstü. Aşk, meşk meselesi. Çoktan vazgeçmiş olduğu eski sevgilisini bir türlü bana helal etmek istemedi. Onu aldattığımı, arkadan vurduğumu söyledi. Bütün arkadaşlık numaralarım eskiden onun, şimdi benim olan bir erkeği kapmak için oynanmış bir oyunmuş, öyle dedi. İtiraz edip kendimi savunmaya çalıştıkça, gerçeği göremeyecek kadar kör olduğum için bir psikoloğa görünmemi sağlık verdi.

Kalbim kırıldı ama bildim ki onunki benimkinden de kırık.

Geçen yıllar içinde aramız hızla soğurken, yollarımız kesişip durdu. Zamanla geçer sandığım öfkesi katmerlendi. Ben bir türlü beklemekten vazgeçemedim. O savaşmak isterken benim alttan almalarım durumu daha da içinden çıkılmaz bir hale getirdi. Ben yine de bir gün yine arkadaş oluruz umudu ile aynı Lisya'nın balkonunun altında beklediğim gibi bekleyip durdum.

Ve gerçekten de son aylarda bir şeyler değişmeye başladı. Söylediği bazı şeylerin doğru olduğunu kabullendiğim için ondan özür diledim. Sonra ortak bir projeye başladığımız için aramızda bir iletişim başladı. Bir defasında aynı masada oturup kısaca lafladık bile. Bütün bunlardan cesaret alıp facebook arkadaşlığı teklif ettim, kabul etti. İnce ince işliyordum sanki arkadaşlık yolumu.

Derken....

Dün kuzey stüdyoya gittim. Benim Portland'da ders verdiğim stüdyonun iki şubesi var. Güney ve Kuzey Yoga Shala. Ben güneyde çalışıyorum, uzun sarı saçlı eski arkadaşım kuzey stüdyoda ders veriyor. Öğle saatlerinde dersi olmadığı halde raslantıya bakın ki dün oradaydı. Kısaca selamlaşıp hal hatır sorduktan sonra ikimiz de işlerimize döndük. Sessizliği Danielle bozdu. Danielle Yoga Shala'da çalışan bir başka hoca. Abartılı sevgi gösterileri ve yüksek sesli yorumları yüzünden ben ona çok yanaşmamaya gayret ediyorum ama o beni görünce sevinçle merdivenlerden inip, ikimizin sessiz sessiz çalıştığı lobiye daldı. Kollarını kocaman açıp bana sarılırken bir yandan da ''aaaah seni görmek ne güzel Defne! Tam da daha dün senin ve tatlı sevgilinin hikayenizi dinlemiştim birinden. Ne romantik bir hikaye tanrım!'' diye bağırdı.

Şimdi, size kafamdan aşağı dökülen kaynar suları nasıl hissettirsem? Tatlı sevgilimle romantik hikayemiz, ince ince yeniden örmeye çalıştığım yeni (eski) arkadaşlığımın ennnn yaralı noktası. En çok kaçındığım, en son açacağımız kart. Danielle'e susması için bir işaret bile veremeden, ''Neymiş bakalım o hikaye'' diye başını kaldırdı yeniden arkadaş olmayi çok istediğim eski arkadaşım. Yüzünde yükselen al rengini hepimiz bir anda gördük. Patronumuz Jody, bir şeylerin yolunda gitmediğini anlamış olacak ki ofisten çıkıp yanımıza geldi.

Danielle bırakın benim sus işaretimi almayı, izleyici sayısı arttığı için memnun, iyice ballandırdı: '' Ah işte Defne sevgilisini görmüş, bir anda anlamış hayatının aşkının o olduğunu ve böyle devam etmiş aşkları, çok çok çok romantik!!!'' Sanki Daniel'i susturabilirmiş gibi ellerimle ağzımı kapadım. ''Yaa demek hikaye böyle'' dedi yerinden kalkıp bana doğru yürürken. Yüzünün tamamını al basmıştı. ''Eh doğru tabii, bir bakışta anladın hayatının aşkını, önüne çıkan her engeli aşarak ilerledin ve sonunda fethettin değil mi? Hakikatten de hikaye bu yani!''

Ben tek kelime bile etmeden kapıya yönelirken, Danielle galiba arka odaya kaçtı. İlk bulduğum kafeye dalıp, başımı ellerimin arasına aldım, ağlasam mı gülsem mi bilemeden orada böyle yarım saat oturdum.

Nasıl olur da bütün koşullar bir araya gelir ve bunlar olur? Tam facebook arkadaşı olduğumuz günün ertesinde hem de! Tanrıların oyunu değil midir bu?

Vazgeçiyorum artık Lisya'nın balkonunun altında oturup beni görmesini, tanımasını, sevmesini beklemekten. Tanrıların oyunu ise de, belli ki bana verilmiş bir de mesajı var.

Zorla güzellik olmaz!