Sunday, January 31, 2010

MUTSUZ AŞKLAR


Geçen gün babamla yüzüyoruz. Bir yengeç, bir balık, suda sosyalleşmek pek hoşumuza gidiyor, havuzda randevulaşıyoruz. O 25, ben 75 metrede bir duruyoruz, laflıyoruz.

Bir ara dedi ki “yazılarını okuyorum da babana dair hiç iz bulamıyorum. Ben seni pek az tanıyorum galiba”. Gülüp geçiştirmeye çalıştım, “Heh heh, esas travmayı annem yaratmış da ondan, sen kendini şanslı hisset”. Daldık. Sonraki 75 metre boyunca düşündüm. Sahi babamın bende hiç izi yok mu? Karakterim, yumuşak karnım, korkularımın oluşmasında babamın rolü nedir? Buluşma yerimize vardığımızda itiraf ettim, “Baba ben annemle evli olduğunuz zamanlara dair hiçbir şey hatırlamıyorum. Sanki sen çocukluğum boyunca ortada yoktun”.

Ne? Nasıl olur? Hani evden kaçmıştın da ben avucuna bisiklet pompası ile vurmuştum, hatırlamıyor musun? Evet, tamam, onu hatırlıyorum. Hani Çeşme Altınyunus otelinde uyuyasın diye saatlerce masallar anlatmıştım onu da mı hatırlamıyorsun? Hatırlıyorum. Annem otelin diskosunda eğleniyor, babam bana bakıyor, ben annemin beni terk edişini bir türlü kabullenemiyor, ağlıyor da ağlıyorum. Bunlar kesik kesik anılar. Bugünkü duygularımı, şartlanmalarımı oluşturan çocukluk anılarımda babamın izini yine de bulamıyorum.

O, “biraz daha düşün istersen, ben bu turu tamamlayıp çıkıyorum”, diyerek suya daldı, uzaklaştı.

Babamın davranışları, sözleri, beklentileri, duygularını ifade edişi/edemeyişi çocuk ruhumda hiç yankılanmamış olabilir mi? Yoksa babamın yarattığı travma o kadar derinde ki, çıplak gözle göremiyor muyum? Bir terapiste gitsem benliğimin karanlık dehlizlerinden çekip çıkarır mı yaraları?

Havuz çıkışında, Levent’in arka sokaklarından geçerek eve dönmeye çalışıyorum. İstanbul’da araba kullanmaya ara verdiğim son yedi yıl içinde yollar öyle bir değişmiş ki, o en tanıdık yerlerde kayboluyorum. Yeni yollar, tanıdık ara sokaklarla kesiştikçe şaşırıyorum. Sonra öyle bir yer geliyor ki, yok olamaz diyorum. Buradan oraya nasıl geldik? Eskiden burada yol biter, dere başlardı. Bir gecekondu mahallesi olması gerek derenin öbür yanında? Bakıyorum, gecekondu mahallesi hala orada, sağ tarafımda. Solumda o tanıdık eski sokak. Üzerinde ilerlediğim yeni yol da derenin ta kendisi.

Gidip şimdi o evi bulur muyum, bulmaz mıyım? Şuradan sağa girsem, böyle bir yokuştan inerdik, karda buzlanırdı, inemezdik. Nasıl da kar yağmıştı! Günlerce evden çıkmamıştık. Bahçe bembeyaz olmuştu. Şimdi burada bir yerde olmalı işte o ev.

Gönlüm hayatımda iki defa mutsuz aşka düştü. İki erkeği acıdan kıvrana kıvrana sevdim.

Birincisinde on dört yaşındaydım. Okuduğum şiirler, şarkılar, aşk hikayeleri birden ruhumda karşılık buluvermişlerdi. Liseyi bitirene kadar içimi kanırta kanırta, beni isteyip istemediğine karar veremeyen bir erkeği sevdim. Sevdanın koyu acı tadını sevdanın kendisi sandım.

Tam bitti, artık, ancak değerimi bilen bir adama açarım gönlümü filan derken, yirmi bir yaşımda yine vurdum mu baltayı taşa! Hem de öyle bir vurmuşum ki mutsuz aşk tecrübesini en derin katmanına kadar yaşamak nasib olmuş.

Derler ki insanın hücreleri her yedi yıl içinde tamamen yenilenirmiş. Bu yüzden yedi yıllık dönemlere ayrılırmış hayatlarımız. Benim kişisel tarihim de bu dilimlerde geçirdiğim dönüşümlerden ibaret zaten! Yirmi bir yaşından yirmi sekiz yaşına uzanan dilim de o yedi yıllardan biriymiş. Ben o üçüncü yedilik dilimin tamamını mutsuz aşkımı kalbimde ısıtıp ısıtıp, acısını kanıma zerk ederek geçirdim.

Sokaklar tanıdık, ama bulamıyorum o evi. Düz yoldan gelsem bulurum tabii ama ben bu arka yolu merak ediyorum. Arka yolları da kullanırdım çünkü. O eve giden her yolu, her deliği, yol kenarında büyüyen bütün bitkileri, çöp tenekelerinin yerlerini, hepsini bilirdim. Hafızamda bir kara delik sanki. Aradan on dört yıl geçmiş ben o evden son kez çıkalı. Unutmaya yeter mi? Yoksa o zamanları da mı gömmüşüm babamın izleri ile birlikte?

Vazgeçtim. Düz yola çıkıp eve dönüyorum. Hafızamdaki kara delikten eskiye dair hisler sızıyor. Mutsuz aşkların tatlı acısı. Ayşe ile basmıştık kırmızı Skoda’nın gazına, ellerimizde sigaralar, Alanis Morrisette’e bağıra çağıra eşlik ederek İznik’e gitmiştik. Birbirimizi avutmaya. Mutsuz aşklarımızı anlatmıştık birbirimize. Hisler taze tahtaya atılan çentikler gibi derin hissediliyordu. Yetişkin sanıyorduk kendimizi ama çocukluğun sonundaydık aslında. İçimizde birikmiş korkuları, yaraları, eğilimleri, kısaca ruhumuzu, mutsuz aşklarımızın hikâyesini anlatırken keşfediyorduk. İçimizde yeni bir katman gün ışığına çıkarken kendi hikâyelerimiz ruhumuzu tatmin ediyor, hani neredeyse mutsuz aşklarımıza bize sağladıkları bu tatmin imkânı için şükran duyuyorduk.

Ağlıyor, sonra gülüyor, şarap içip dans ediyor, değerimizi bilmeyenlere kapımızı açmayacağımıza ant içiyorduk!

Babam, tesadüfe bakınız ki, ben yedi yaşındayken evden ayrıldı. Annemle ikimiz kaldık. Kimse bana babamın neden gittiğini söylemedi. Amerika’da dediler. Annem okuldan gelene kadar evde benimle oturan nenem ve büyük halanın fısıldaşmalarından bilmemem gereken bir şeyler döndüğünü biliyordum ama anneme aşık derecesinde düşkün olduğumdan babamın yokluğunu hiç kurcalamıyordum. Babamın yataktaki yeri bana kalmıştı ya annemin boynunun kokusunu çeke çeke deliksiz uykular uyuyordum.

Babam kısa bir süre sonra yeniden evlendi. Malum hikâye. Evliliğinin bir noktasında başka birine aşık olmuş, uzatmadan ayrılıp, aşık olduğu diğer kadınla evlenmiş. Bunu da sanki bir televizyon dizisi hikâyesi izliyormuşçasına tepkisiz karşıladığımı hatırlıyorum. Sonra annem de evlendi. Ona tepkisiz kalamadım. Dışarı attığım kadarını atıp, gerisini içimde biriktirdim. Şansıma ikinci anne ve babalarım ruhen öyle sağlıklı, öyle dengeli idiler ki, bana öyle doğru şekilde yaklaştılar ki, tez zamanda ikisine de candan bağlandım.

Mutsuz aşk hikâyelerimin erkek kahramanlarının ikisi de başka kadınları severlerken bana rastlamışlardı. İkisi de aldatmacadan hoşlanmayan dürüst insanlar oldukları için en baştan bana durumu anlatmışlar, ben inadına kendi sıramın gelmesini bekleyeceğimi söylemiştim. Yalnızlıklarını unutuyorlardı da o yüzden belki, kollarının arasına yumuşak kendimi bırakmama karşı koymuyorlardı. O kolların arasına fazlaca bir yerleştiğimde ise sıranın bana belki de hiç gelmeyeceği hatırlatılıyordu ama ben bir adım geri, iki ileri yılmıyor, savaşıyordum.

Her iki mutsuz aşk da on yıllık ara ile mayıs ayında son buldu. Her iki mayısta da ben birden, aniden bittiğini bildim. Sanki yıllarca yerlerde sürünüp ağlayan ben değilmişim gibi usulca kapıyı çekip çıktım. Artçı şoklar filan oldu tabii kalbimde ama mutsuz aşklara bir daha dönmedim.

Neden o kadar zaman orada durdum da birden çıkıverdim bilmiyorum. Kurduğumuz yıkıcı ilişkileri, tatmin edilmemiş ihtiyaçlarımıza bağlayan modern psikoloji kuramlarını okudukça, mutsuz aşklarda hangi ihtiyaçlarımın karşılık bulduğunu düşünüyorum. Acı çekme ihtiyacı diye bir şey var mı mesela? Modern psikolojide bunun adı duygusal olarak uyarılma ihtiyacı. Olabilir.

Freud’a kalsa hepsi babamla ilgili ya, işte babam ben çocukken esas kadın annemi değil de, bir başka kadını sevdiği için ben ancak ikinci kadın pozisyonunda sevileceğime inandım. İkinci kadın sabrederse sonunda muradına erecekti. O yüzden ikinci kadın safhasında takıldım kaldım. . Bu da olabilir.

Mutsuz aşklarda ben hayatın tadına daha bir derinden baktım. Duyguların dehlizini aşıp da kendime baktığımda insanın hayatı tecrübe etme biçimleri hakkında keşiflerde bulundum. Mutsuz aşklarda, çok üzüldüğüm doğru ama yine o aşklarda ruhumu tecrübe ile besleyip, büyüdüm, zenginleştim. Daha fazla beslenemeyeceğimi anladığımda da işte usulca çıktım gittim.

Bana en çok bu olabilirmiş gibi geliyor.


www.defnesumanyoga.com

6 comments:

pecan said...

Resmin yakin zamanlarda mi cekildi? Kaslarin ve alninin gevsemis hali, yazidaki kabule gecisle uyumlu. Guzel. Sanki bir huzuru yakalamissin. Umarim bende birgun yakalarim.

Defne Suman said...

hemen okuduğun için yine teşekkürler sana. resim o zamanlarda çekilmiş. yumuşaklık gençlikten geliyor!

Şeyma Özcan said...

yine ne güzel yazmışsın defnecim, içimde bir yere dokundun... fotoğrafını da çok beğendim, duru ve rahat görünüyorsun, ama sanki biraz da masum ve utangaç :))
çok öpüyorum seni...

serap said...

tesekkurler...iyi ki varsın..ozlemisim senin pencereni..
cesur samimi dost ve gercek...

kemal said...

Sağlıklı "Baba-evlat" ilişkisi yaşayamayıp, işte, evlilikte ve yaşamındaki tüm alanlarda otoriter / ezici tercihleri yeğleyen ve "usulca çekip gidemeyen" o kadar çok insan var ki ...

Defne Suman said...

Kemal,
çok doğru dedin. Bunun uzerine bir blog daha yazilir...Teşekkürler